MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN MUHAMMED-i BELHÎ
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed-i Belhî, İran Edebiyatının en büyük arif ve mutasavvif şairlerindendir. O, kendisinden geriye bıraktığı muhteşem eserleriyle Fars dili ve edebiyatına bambaşka bir zenginlik katmıştır. M.1225 yılında Belh şehrinin ünlü bir ailesinde dünyaya gelen Mevlânâ, çocukluk yıllarında babası Sultanu’l-Ulema Bahaüddin Veled ile Harezmşah Sultan Muhammed arasında ortaya çıkan bazı anlaşmazlıklardan dolayı ailesiyle birlikte sürgüne gönderildi. Sultanın adamları tarafından gittiği her yerde eziyetlere maruz kalan Bahaüddin, Horasan üzerinden Bağdat’ın yolunu tutar.
Rivayetlere göre; Bahaüddin Veled Nişabur’da Attar-ı Nîşaburî’nin yanına uğrar. Attar, Celaleddin’i kucağına alarak onun geleceğinin parlak olacağını söyler ve Esrarnâme adlı eserinin bir nüshasını ona hediye eder. Bahaüddin Veled Bağdat’tan Mekke’ye giderek Kâbe’yi ziyaret eder ve bir süre sonra Anadolu Selçuklularının hakimiyetinde olan Malatya’ya yerleşir. Burada yedi sene ikamet ettikten sonra dönemin ilim sever yerel hükümdarı Sultan Alaüddin Keykubad tarafından saygı görür ve daha sonra Konya’ya yerleşir. Konya’da dini dersler vererek talebe yetiştirmekle meşgul olan Bahaüddin, Sultanın ve halkın sevgisini kazanır. Yıllarca babasının yanında öğrenim gören Celâleddîn, onun vefatı ardından, dönemin ünlü ariflerinden, Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Termezî’nin yanına giderek bir müddet onun talebesi olur. Daha sonra üstadın teşvikiyle edebî ve fıkhî bilgilerini geliştirmek için Şam’a gider ve burada Muhyiddin-i Arabî gibi büyük ulemanın derslerinden yararlanır. Konya’ya döndükten sonra üstadı olan Termezi’nin öldüğünü öğrenince çok üzülür.
Bu tarihten itibaren talebe yetiştirmeye başlayan Mevlânâ, kısa süre sonra inanılmaz derecede sevilen biri haline gelir öyle ki, müritlerinin bir kısmı daima onun yanında kalır, ondan ayrılmazlar. Böyle bir ortamda Şems-i Tebrizî adlı bir arif ve meczup onu ziyarete gelir. Mevlânâ bu arifle oturup sohbet ettikten sonra onun sıcak nefesi, etkileyici beyanı ve cazip düşüncesinin etkisinde kalır. Mevlânâ dersi, mektebi ve makamı bir kenara bırakarak bu arifin peşine düşer. Üç yıl bu şekilde geçer ve bu süre içerisinde Mevlânâ tamamıyla namaz ve camiden uzaklaşarak sema yapar ve kadeh elinden düşmeyen bir sarhoş haline gelir. Bu durumdan rahatsız olan müritleri, Şems’i rahatsız etmeye başlar, onu Konya’dan uzaklaştırırlar.
Şems-i Tebrizî’nin Konya’dan ayrılması Mevlânâ’yı derinden sarsar ve muradının hicranında sürekli ağlayıp mateme bürünür. Onun bu haline dayanamayan Şems bir süre sonra tekrar Konya’ya geri döner. Şems’in dönüşü Mevlânâ’yı sakinleştirir ve bu tarihten itibaren arifane saz-ü sema gösterilerini yaygınlaştırmaya başlar. Mevlânâ, kendisinin ziyaretine gelen büyükleri ince bir eda ile hafife alır. Arifane şevk ve aşktan kaynaklanan bu davranış bir grup dar görüşlü ve kıskanç kesimin hışmına neden olur ve 1266 yılında Şems’in öldürülmesiyle sonuçlanır. Şems’in ölümü Mevlânâ’dan saklı tutulur. Şeyhinden haber alamayan Mevlânâ onu bulabilmek için bir kaç kez Şam’a gider. İki yıl süren bu arama yolculukları sonuçsuz kalınca Mevlânâ perişan bir vaziyette Konya’ya geri döner. Bu dönemden sonra ilmi çalışmalarını bir kenara bırakarak sadece eğitim ve irşat ile meşgul olur, böylece Mevlevîlik tarikatının temelini atar. Daha sonra Salahaddin Feridun-i Zerkub adlı bir arifle tanışır, ona gönül bağlar ancak Zerkub kısa bir süre sonra vefat eder. Onun vasiyeti üzerine cenazesi alkış ve çalgı eşliğinde toprağa verilir.
Zerkub’un ölümünden sonra Mevlana , Husameddin Çelebi adında bir arifi halife olarak kendi yerine seçer ve ömrünün son on yılını onun yanında geçirir. Bu sırada onun teşvikleriyle Mesnevi’yi yazmaya başlar. Mevlânâ nihayet bunca maceralı yıllardan sonra 1294 yılında bir hastalık nedeniyle vefat eder ve cenazesi Konya’da bulunan babasının mezarının yanında toprağa verilir. Rivayetlere göre onun ölümünden derin üzüntü duyan sevenleri kırk gün boyunca onun için yas tutarlar.
Birçok bilim adamı ve araştırmacıya göre Mevlânâ kendisinden sonraki mutasavviflerin irfanî düşüncelerine layık bir şekilde sahip çıkmasıyla birlikte tasavvuftaki anlaşılması zor kavramları Kur’an ve hadisle birleştirerek sade bir dille beyan eden, İslamiyet sonrası İran’ın en büyük mutasavvif arif şairi ve alimidir.
Eserleri: Mesnevî-yi Maneviyye (altı bölüm), Divan-ı Gazeliyyat-ı Şems-i Tebrizî (Divan-ı Kebir), Fih-i Mâ Fih Rubâiyyât, Mektubât, Mecâlis-i Seb’a